içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

MEVLİD KANDİLİ

Doğmadan yetim


Peygamber Efendimiz s.a.v.’in babası Abdullah, Kureyşlilerin ticaret kervanlarından biriyle Şam ve Gazze’ye gitmiş, işleri bittikten sonra da yüklerini alarak dönüş yoluna koyulmuşlardı. Efendimiz’in babası Abdullah yolculuk esnasında hastalandığı için kafile Yesrib’e (Medine) uğramak zorunda kaldı. Hz. Abdullah Medine’de, bir müddet istirahat etmek için dayıları olan Neccaroğulları’nın yanında kalacağını söyledi. Burada bir ay boyunca hasta yattı. Arkadaşları yola devam edip Mekke’ye döndüler. Efendimiz s.a.v.’in dedesi Abdülmuttalib oğlu Abdullah’ın nerede olduğunu sordu. Onlar da, “Hastalandığı için Medine’de, dayıları Neccaroğulları’nın yanında bıraktık.” dediler. Bunun üzerine Abdülmuttalib, büyük oğlu Hâris’i Medine’ye gönderdi. Vardığında Hâris’i kötü bir haber bekliyordu. Abdullah vefat etmiş ve Medine’ye defnedilmişti. Yirmi beş yaşındaydı ve eşi Hz. Âmine de Efendimiz s.a.v.’e hamileydi.

Hiçbir kuluna kaldıramayacağı yük yüklemeyen Allah Tealâ, onlara doğacak bebeğin hatırına, sabır ve dayanma gücü verdi. Doğuma az bir zaman kala Hz. Âmine bir rüya gördü. Bedeninden çıkan bir nur, doğu ile batı arasında ne varsa aydınlatıyordu. Rüya devam ederken gönül okşayan bir ses duydu. Bu ses ona doğumdan sonra yapacaklarını bildiriyordu: “Ey Âmine! Sen insanların en hayırlısına, ümmetlerin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman, ‘Bir ve tek olan Allah’a sığınırım!’ de ve adını Muhammed koy, hâlini kimseye bildirme…”
 

Hz. Âmine’nin gördükleri


Rebiülevvel ayının 12. günü, Miladî takvime göre 571 yılının Nisan ayının yirminci günü ve pazartesi gecesiydi. Hz. Âmine o gün çeşitli olağanüstü haller yaşamaya başladı. Gerçi daha önce de zaman zaman böyle şeyler görüyordu. Fakat bu sefer çok başkaydı. Vakit geceye yaklaştıkça doğum yapacağı hissine kapıldı ve yakın komşusu Şifa Hatun’a kendisine yardımcı olması için haber gönderdi. Şifa Hatun beraberinde birkaç kadınla birlikte Hz. Âmine’nin evine geldi.

Hz. Âmine birden evinin nurla kaplandığını, etrafın gündüz gibi aydınlık olduğunu fark etti. Uzandığı yatağın yanında bir kâse vardı. Bu kâse nereden gelmişti, kim koymuştu bilmiyordu. Kâseden birkaç yudum alınca içine bir ferahlığın dolduğunu hissetti. Derken, güzellikleriyle göz kamaştıran bazı kadınlar geldi evine. Onları şimdiye kadar hiç görmemişti. Kendisi ve karnındaki bebeği hakkında konuşuyorlar, birbirlerini ve Âmine’yi tebrik ediyorlardı.

Dünya yaratıldı yaratılalı gelip geçen bu en hayırlı gecede, yeryüzünün her tarafında Allah’ın emriyle gerçekleşen çeşit çeşit hadiseler oluyordu. Bütün gökyüzü, zuhur edecek olan o nura, yani Allah’ın Habibi’ne hürmet etmek ister gibi kapanmıştı yeryüzüne.

Yalnız Hazret-i Âmine’nin evindekiler değil, Mekke içinde, yakın kabilelerde ve dünyanın her tarafında bir faklılık hissediliyordu. Kiliselerdeki papazlar, havradaki hahamlar gözlerini gökyüzünden ayırmıyorlardı. Kitaplarından öğrendiklerine göre ahir zaman peygamberinin doğuşunu gökte parlayan yeni bir yıldız müjdeleyecekti bütün insanlara. O yıldız görünür görünmez kitapların müjdelediği peygamber yeryüzünü şereflendirecekti.

Nihayet Hz. Âmine, Şifa Hatun’un “Müjdeler olsun bir erkek evladın oldu!” sesiyle kendine geldi. Doğum gerçekleşmişti, fakat Hz. Âmine hiç farkına varmamıştı. Bebeği kucağına aldı, göbeği kesilmişti ve sünnetliydi. Sırtında, iki kürek kemiği arasında mühre benzer bir iz vardı. “Doğrusu biz bunun gibi bir çocuk görmedik!..” diyerek hayrette kaldı görenler.

Bu olaya şahit olanlardan Osman b. Ebi’l-Âs’ın annesi şöyle demektedir:

“Rasulullah s.a.v.’in doğduğu evde her neye bakarsam nur oluyordu. Yıldızlara baktığımızda bize o kadar yaklaşıyorlardı ki, neredeyse üzerimize düşecek sanıyordum.”


‘Adını Muhammed koydum’


Efendimiz s.a.v. doğduktan kısa bir müddet sonra dedesi Abdülmuttalib’e haberci gönderildi ve bir erkek torunu olduğu müjdelendi. Abdülmuttalib kalbinin hızla çarptığını hissediyordu. Gözlerinden sevinç gözyaşları süzülüverdi. Hızlı adımlarla eve geldi, torununu öpüp koklarken oğlu Abdullah’ın kokusunu hissetti. Ağlamaklı oldu. Gözyaşlarını kimse görsün istemedi, yüreğine akıttı. Âmine’ye dönerek: “Çocuğun adını ne koyalım?” diye sordu.

Hz. Amine, hamile iken rüyasında gördüğü şeyleri, kendisine neler söylendiğini kayınpederi Abdülmuttalib’e anlattı. Çocuğuna Muhammed adının konulması söylenmişti. Abdülmuttalib de torununun adını Muhammed koydu. Torununun doğumunun yedinci gününde bir ziyafet düzenledi ve bütün Kureyşlileri çağırdı. Hemen hemen bütün Kureyşliler bu davete icabet ettiler. Bazıları:

– Ey Abdülmuttalib! Neden torununun adını bizim atalarımızın adlarına benzer koymadın da daha önce hiç rastlamadığımız bir isim olan Muhammed koydun, diye sordular. Abdülmuttalib onlara dedi ki:

– Adını Muhammed (övülen) koydum, çünkü gökte Allah tarafından, yerde de insanlar tarafından övülen bir kişi olmasını arzu ediyorum.
 

O’nun doğduğu gece


Efendimiz s.a.v.’in doğduğu gece Mekke pek hareketliydi. Yahudiler arasında birçok alim vardı. Bunlar kitaplarında Allah Rasulü’nün geleceğini görmüşlerdi. İşte onlardan biri Mekke’ye yerleşip orada ticaret yapmaya başlamıştı. Hz. Peygamber s.a.v.’in doğduğu gece Kureyş meclisinde, “Ey Kureyşliler! Bu gece doğan bir çocuğunuz oldu mu?” diye sormuş, onlar da, “Vallahi bilmiyoruz!” deyince, Yahudi bilgin, “Eğer böyle bir şey olmadıysa mesele yok. Bana bakın, söyleyeceklerimi kafanıza iyice yerleştirin. Bu gece doğan çocuk, bu son ümmetin peygamberi olacaktır. İki omuzu arasında nübüvvet mührü olan bir işaret vardır.”

Yahudi bilginin bu sözleri karşısında hayrete düşen Kureyşliler dağılıp evlerine gittiklerinde söylenenleri ailelerine anlatınca, “Abdülmuttalib oğlu Abdullah’ın bir oğlu dünyaya geldi, adını da Muhammed koydular.” dediler. Sonra birbirleriyle karşılaşan Kureyşliler, “Yahudinin sözünü ettiği çocuğun doğumunu haber aldınız mı?” diye birbirlerine sorudular. Sonra koşup Yahudi bilginin yanına vardılar. Hz. Peygamber s.a.v’in doğum haberini verdiler. O da, “Öyleyse gelin beraberce bebeğin yanına gidelim de onu görelim.” dedi. Birlikte Abdülmuttalib’in yanına gidip bebeği görmek için izin istediler. İzin alınca Hz. Âmine’ye gidip; “Oğlunu bize göster bakalım..” dediler ve sırtını açmasını istediler. Hz. Amine, Efendimiz s.a.v.’in sırtını açınca omuzları arasındaki işareti gördüler. Yahudi bilgin bayılıp düştü. Ayılınca “Neyin var, bu ne hal?” diye sorduklarında dedi ki: “Peygamberlik İsrailoğullarının elinden çıktı artık. Buna sevindiniz değil mi! Allah’a andolsun ki onun haberi doğudan batıdan; her yerden duyulacak!” dedi.

Efendimiz s.a.v.’in doğduğu gün pek çok olay meydana gelmiştir: Mecusîlerin bin seneden beri yanmakta olan, ilah saydıkları ateş yığınları bir anda sönüvermiş, yine kutsal saydıkları Save (Taberiyye) gölü bir anda kuruyuvermiştir. Kâbe’de mevcut 360 put devrilmiş, yıllardır kuru olan Semave vadisi sularla dolup taşmıştır. İran hükümdarının sarayındaki on dört kule yerle bir olmuştur.
 

Mevlid kandili


Bütün bunlar çok mühim bir şeye işaret ve müjdeydi. Çünkü Hak gelmiş, batıl zail olmuştu. Hakkı telkin ve tebliğ edecek olan, Fahr-i Kâinat, Muhammed Mustafa s.a.v. doğmuştu. Efendimiz s.a.v. Rebiülevvel ayının 12. gecesi dünyaya gelmişti. Onun dünyaya teşrifleri bu sene miladî takvime göre şubat ayının 4’üne tekabül etmekte ve mevlid kandili olarak kutlanmaktadır. Mevlid doğum demektir. Bir fazilet güneşi ve hidayet meşalesi olan Peygamberimiz’in doğumu, Allah’ın, insanlığa bir lütfudur. Nitekim Kuran-ı Kerim’de “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Al-i İmran, 164) buyrulmuştur.
Abbas -radıyallâhu anh- Ebû Leheb -kardeşi- onu rüyada görür. Abbas -radıyallâhu anh- sorar:

“‒Kardeşim, nasılsın der, Ebû Leheb, nasılsın?” der.

“‒Cehennem’deyim der, çok acı bir azâbın içindeyim der. Sadece pazartesi günleri parmak aralarımdan bir su çıkıyor, o suyu biraz emiyorum, biraz ferahlıyorum. Zira cariyem SüveybeMuhammed’in (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) dünyaya teşrif ettiği gece geldi, bir yeğenin dünyaya geldi diye bir müjde verdi. Ben sırf akrabalık münasebetiyle sevindim; «Süveybe, serbestsin.» dedim…”

O zaman Araplarda sayı çok mühimdi, akrabalık sayısı.

اَلْهٰیكُمُ التَّكَاثُرُ حَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ

(“Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.” [et-Tekâsür, 1-2])

Gidip kabirdeki ölüleri bile sayarlardı, övünmek için.

“…Ben de bu bir övünç vesîlesi, bir nüfus daha çoğaldık diye Süveybe’ye serbestsin dedim. Sırf bu akrabalık asabiyeti dolayısıyla, benim pazartesi günleri parmak uçlarımdan su çıkıyor, emiyorum ve ferahlıyorum.” (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125)


İşte bunun içindir ki her yıl bu mübarek günü mevlid kandili olarak kutluyor ve O’nu anıyor ve bize nasıl bir örnek olduğunu anlamaya gayret ediyoruz.

Bu yazı 242 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum